Haberler / Blog

KIZILKAYA KIŞ TIRMANIŞI-ÜÇ DENEME BİR ZİRVE
Tarih: 12 12 2020 | 82KIZILKAYA KIŞ TIRMANIŞI-ÜÇ DENEME BİR ZİRVE
GİRİŞ: Aladağ’ların en yüksek zirvesi, Kızılkaya’nın kış tırmanışını 1980’li yılların ilk yarısında 3 kez denedim ve dördüncüsünde en nihayet zirveye ulaştım. Bunlar sırasıyla şu tarihlerde gerçekleşti:
Ocak 1981
Şubat 1982
Aralık 1982
Aralık 1983
Aşağıda, dört bölüm halinde bu denemelerin hikayesini bulacaksınız.
OCAK 1981
1981 Ocak ayında Muzaffer Özdemir’le (ADB camiasının “Muzo”su veya nam-ı diğer “pis sakalı”yla) hayatımın ilk kış tırmanışına gittim. Amacımız Kızılkaya’nın ilk kış tırmanışını gerçekleştirmekti. Ekibimizde, Anadolu Dağcılar Birliği’nden Muzaffer ve benim yanısıra, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Dağcılık Grubu üyeleri Ahmet Dedemen, Cenap Saryal ve Kurtuluş Anıl da vardı.
Köy otobüsünden Aladağların ilk defa gördüğüm kış manzarasını hiç unutmayacağım. Kobalt mavisi kristal berraklığında bir gökyüzüne sanki beyaz dantelle işlenmiş karlı sırtlar ve bunların arasından dışarıya fırlayan siyah kayalık kuleler ve zirveler. Her zaman olduğu gibi Çukurbağ Köyü, Martı Deresi mahallesinde ‘Mehmet Ağa’mıza, Mehmet Taşyalak’a misafir olduk. O kış Mehmet Ağa nasıl oldu da hepimizi kapı dışarı etmedi bilmiyorum. Beş gün boyunca Mehmet Ağa’nın misafir odasına yerleştik. Gelsin çaylar gitsin yemekler. Adamcağız kendi dağlarının koşullarını bilmez mi? Daha ilk akşamdan yukarıda şiddetli rüzgar olduğunu söyledi. Fakat dinlermiyiz? Ertesi sabah yağmur yağışı altında erkenden yola koyulduk. Bu kahramanca teşebbüsümüz, köyün üstlerinde, elma bahçelerinin son bulduğu ve Karayalak vadisine doğru uzanan çıplak yamacın başladığı noktada bitti. Ben hayatımda böyle bir rüzgarı ne dağlarda ne de başka bir yerde yaşamadım bir daha. O dönemde adeta insanüstü bir mukavemete ve güce sahip olan Muzo’nun önümde, arkasında 30 kiloluk sırt çantasıyla ayaklarının yerden kesildiğini gördüm. Hepimiz rüzgarın etkisiyle yerde çamurun içinde yuvarlanıyor, debeleniyor, oradan oraya sürükleniyorduk. Kendimizi nasıl geriye vadinin içerisine attığımızı bilemedik. Kuyruğumuz bacaklarımızın arasında, sırılsıklam ve çamura bulanmış itler gibi kös kös Mehmet Ağa’nın evine döndük. Misafir odasının çatısını taşıyan tomruklardan dağ ipimizi odanın bir ucundan diğer ucuna boylu boyunca örümcek ağı gibi gerdik. Bütün ıslak ve çamurlu giysilerimiz buraya asıldı. Mehmet Ağa o gün kaç soba odun yaktı Allah bilir. Akşama kadar geyik muhabbeti tükenmedi. Ben böylesine sürrealist bir ortamda bulunmamıştım herhalde o güne değin. Tek pencereli loş odada, kafamızın üstünde tüterek sallanan buram buram leş kokulu giysilerimiz, odun sobasının horultusuyla karışık kütüklerin yanarkenki çatırdısı, çay bardaklarının karıştırıldıkça şıngırdayan sesi, yere sere serpe uzun tumanlarıyla serilmiş beş tane kazık kadar adam, adeta kötü bir fütürist “dünyanın sonu” bilim kurgu filminden bir sahneyi andırıyordu.
Ancak henüz dersimizi almamıştık. Mehmet Ağa bir gün sonra, bizi sabahleyin, “öğlene görüşürüz” diyerek ikinci kez uğurladı. Kurtlar kadar beynimiz olmasa gerek ki, bahçelerin bittiği yerde, büyük bir kaya bloğunun arkasına döner dönmez iki tane kurtla burun buruna geldik. Rüzgar arkalarından vadi tabanına doğru estiği için anlaşılan bizi duymamış ve kokumuzu almamışlardı. Bir saniye için şaşkınlıkla hayvanlarla birbirimize baka kaldık. Bizden bir çığlıkla kurtlar bir tarafa biz bir tarafa çil yavrusu gibi dağıldık. Kurtların bile rüzgardan ve soğuktan vadiye sığınma ihtiyacı hissetikleri bir günde biz dağlara tırmanışa gidiyorduk! Bir evvelki günden daha ağır bir hezimeti hayal edemezdim. Meğerse yanılmışım. Öğlene tekrar çamura bulanmış ve zırıl zırıl ıslak bir halde Mehmet Ağa’nın evindeydik!
Kendi adıma konuşmam gerekirse, o kış, ben ne fizik gücü, ne de mental olarak, kış dağcılığının gerektirdiği dayanıklılığa sahip değildim. Devam edebilmiş olmamız halinde dahi zirveye ulaşanlardan bir tanesi ben olmayacaktım. Bu kesin. Ancak Muzo belki kendi fizik gücüne ve kafa yapısına daha yatkın bir ekiple orada olsaydı, birkaç gün bekleyip rüzgar dindikten sonra yeniden tırmanışı deneyebilirdi. Fakat ekipteki biz “ölümlü” dağcılar için tırmanış bitmişti.
Bir keresinde Muzo’ya bu olağanüstü dayanıklılığının sebebini sorduğumda, bana, biraz da aşağılayıcı bir edayla, ben çocukken annemin dizinin dibinde otururken kendisinin, ayağında kara lastikler Gümüşhane’nin dağlarında sürü güttüğü cevabını vermişti. Şayet o dönemde Muzo’ya 8000’lik Himalaya zirvelerinden birisini deneme imkanı verilmiş olsaydı, bunu başarmış olacağından hiçbir kuşkum yoktur. Zaten Muzo’nun hiçbir zaman teknik tırmanışa fazla merakı olmadı. Teknik tırmanışı seven bizlerle ise dalga geçer, bizleri şaka yoluyla “malzeme fetişisti” olmakla itham ederdi. Muzo, bu Kızılkaya kış denemesinin ardından, ilerleyen senelerde Kaçkar, Verçenik, Ağrı ve Reşko’nun kış çıkışlarını başaracaktı.
ŞUBAT 1982
Dostum Recep Çatak’la birlikte Kızılkaya kış çıkışı hazırlıklarına 1982 Ocak ayında başladık. En büyük sorunumuz kış koşullarına uygun kamp malzememizin olmayışıydı. Kimden çadır dilendiysek temin etmekte başarılı olamadık. Herhalde çadırı olan bir kaç arkadaşımız “bu manyaklarla birlikte bizim çadır da telef olur” diye düşündüler.
Bulabildiğimiz tek ocak, arkadaşımız Lale Yalçın’ın ispirtoyla çalışan “Trangia” ocağı oldu. Türkiye’de o dönemde satılan ispirtonun saf olmadığını, içindeki katkı maddelerinin soğukta donduğunu ve dolayısıyla ocağın doğru dürüst çalışmadığını dağda öğrenecektik, ancak tabiatıyla iş işten geçmiş olacaktı.
Recep doğru dürüst kuştüyü bir uyku tulumu bulabilmişti. Ben ise Muzaffer Tıraş ağabeyimin Kore savaşından kalma, yeşil branda bezinden dikilmiş, içi telekli tavuk tüyüyle beslenmiş, boyuma kısa gelen, ağır uyku tulumuyla gitmek zorunda kaldım. Bu tulum ilk gece, terleyen bivağın içinde ıslanıp bin kilo olacaktı, fakat bunu da önceden bilemezdik.
Çadır bulamadığımıza göre bivak torbasıyla gidecektik. Ancak bivak torbamız keza yoktu. Ulus’ta metreyle kalın naylon satan pasajlardan birine giderek bivak büyüklüğünde iki şeffaf naylon kestirip bunları üç tarafından ısıyla birbirine preslettik. Ağzı tabi büzülemeyecekti fakat olsun, hiç yoktan iyiydi. Gerekirse büzülüp kafamızı içine sokardık. Tabii kalın naylon malzemesinden dolayı bir bin kilo da bu bivak torbamız oldu.
Şükürler olsun ki “Karimatlarımız” vardı (o zamanlar Karrimor’un bir yüzü siyah diğer yüzü sarı çift katlı matları Everest çıkışlarında kullanılan dünyanın en iyi matları sayılıyordu).
Giyeceklerimiz ise ayrı bir dertti. ADB’nde birkaç tane kuştüyü anorak vardı. Fakat ya altına ne giyecektik? Bir önceki Kızılkaya kış denemesinden, terden veya yağmurdan ıslanan normal pamuklu veya yünlü fanilaların ve gömleklerin kışın soba olmaksızın kurutularak ertesi gün bir daha kullanılmalarının mümkün olmadığını görmüştüm. Fitilli kadife dağ pantolonumla ise bir sene önce bacaklarım donmuştu. O dönemde polipropilen fanilalar yoktu. Olsaydı da bunları satın alacak paramız yoktu. Dolayısıyla üst katman giysilerimiz bakımından bir çözüm bulunmuyordu. Mecburen, her faaliyet günü için ayrı bir fanila taşıyacaktık. Pantolon olarak ise, Belediye’den, kışın çöpçülerin kullandıkları yün keçe pantolon satın aldık. Bunların da tabi öyle değişik boyları yoktu. Benim bacaklarım biraz normalden uzundur. Böyle olunca benim pantolonum “Şarlo”nun pantolonu gibi kısa kaldı üstümde.
Son bir sorun ise tozluklardı. Erciyes çıkışında kullandığımız kapalı branda tozluklar sırf kar üzerinde yapılacak faaliyetler bakımından iyiydi. Fakat Kızılkaya gibi kaya tırmanılmasını gerektirecek bir çıkışta faydaları yoktu, zira o branda kapalı tozluklarla kaya tırmanılması pek mümkün değildi. Açık tozluk tasarlamak ve bunu bir brandacıya anlatıp diktirmek ise bizim harcımız değildi. O halde çaresiz, tozluk olmadan gidecektik.
Şimdi tabii, nispeten iki tecrübesiz dağcı, böylesi yetersiz malzemeyle bir kış çıkışına gitmeye nasıl cüret etti diye soracak olursanız, cevabı pek zor değil. Kısa bir süre önce, meşhur İngiliz dağcı Chris Bonnington’un “Everest the Hard Way” belgeselini izlemiştik. Belgeselde, yeni ve denenmemiş, teknik bir rotadan Everest’in zirvesine ulaşan Doug Scott ile Dougal Haston’un, dönüşte karanlığa kalınca, geceyi 8000 metrede, zirvenin hemen altlarında bir kar mağarası yaparak geçirebildiklerini hayretle görmüştük. O halde biz de Kızılkaya’yı çadırsız deneyebilir ve en kötü ihtimalle bir kar mağarası kazabilirdik. Tabii daha önce böyle bir mağarayı hiç kazmadığımızın önemi yoktu! Şimdi düşünüyorum da, mecbur kalsaydık muhtemelen böyle bir mağarayı başarıyla hazırlayamazdık, zira ne bunu nasıl yapacağımızı biliyorduk, ne de muhtemelen kar koşulları elverişliydi. Yumuşak olan karda mağara hiç kuşku yok üstümüze çökerdi.
Fakat kar mağarası esasen son çaremiz olacaktı. Zira Recep, Kızılkaya güney çarşağının (Kızılçarşak) ortalarında ağzı dar fakat içi geniş çok korunaklı bir mağara (avcı keleri) olduğunu biliyordu. Planımız köyden hareketle tek etapta akşama mağaraya ulaşmaktı. Almanca’da bir deyim vardır : “İnsanoğlu plan yapar, Tanrı güler”. Tanrı güldü ki nasıl! Hem de kahkahalarla.
7 Şubat 1982 günü Ankara’dan yola çıktık. Bu kere Mehmet Ağa’da gecelemeksizin doğrudan Kızılçarşak’daki avcı kelerine hareket ettik. Şansımıza bir traktör köyden, Sarı Mehmetler Yurdu’na varmadan önce yukarıda platoda yer alan bağ evlerine hareket ediyordu. Traktör sahibi bizi buraya kadar götürdü. O dönemde Niğde terminalinden köy otobüsleri saat 13.00 sularında günde bir kez kalkıyordu. Köye varışımız 15.00’i bulmuştu. Havanın saat beş civarında kararmaya başladığı koşullarda o saatte köyden hareketle avcı kelerine zamanlıca ulaşmak, traktörün bize kazandırdığı zamana rağmen hayaldi.
Emli vadisine girdiğimizde toz karda diz boyu batmaya başlamıştık. Vadinin ortalarında, kar yağdığı takdirde korunaklı olacağını düşündüğümüz bir çam ağacının altında bivakladık. Esasen korkmamıza gerek yokmuş. Gece kuru ve açık geçti. Hatta hava fazlasıyla yumuşaktı. Şehirde yaptırdığımız böreklerle kahvaltı edip çayımızı içtik. Havanın yumuşak olmasından ötürü ocağımız burada sorunsuz çalışmıştı. Uyku tulumlarımız ise terleyen bivaktan dolayı ıslanmıştı.
8 Şubat sabahı güneşle kalktık. Ben uyku tulumumu bir ümit biraz kurur diyerek çantamın üstüne dışa bağladım. Gerçekten de akşama büyük ölçüde kurumuştu. Ormanı geride bırakıp “Kızılçarşak”tan yukarıya tırmanmaya başladığımızda artık güneşin o insanın enerjisini alıp götüren, tüketen etkisini hissetmeye başlamıştık. Kar iyice yumuşamıştı. Yer yer kasığımıza kadar battığımız gibi, çığ endişemiz de giderek artıyordu. Saat 15.00 sularında avcı kelerinin olduğunu tahmin ettiğimiz noktaya ulaşmıştık fakat uzun uzun aramamıza rağmen keleri bulamadık. Bu keleri bir kez 1979 Federasyon kampında Kızılkaya’ya tırmanırken görmüş olan Recep yerini tam olarak hatırlayamamıştı (Sonra ertesi gün sırta tırmanırken, kelerin bivakladığımız noktanın bir 250 metre yukarısında olduğunu keşfettik).
Çığ tehlikesini de gözönünde bulundurarak bivağımızı özenle bir kaya kuleyle ana yamacın birleştiği kılçıkımsı belin üstüne kurduk. Hava bu ikinci gece yine yüzümüze güldü, fakat uyku tulumları tekrar ıslandı.
9 Şubat günü tırmanışı tek etapta yapmak amacıyla hareket ettik. Hava keza güneşli ve çok yumuşaktı. “Kızılçarşak”tan kısa bir müddet yükseldikten sonra, yer yer belimize kadar batmaya başladık. Kar o kadar ağırdı ki her adımda battığımızda karın ağırlığı bacaklarımızı sıkıştırıyor, ayağımızı tekrar çekip çıkarıp müteakip adımı atmakta zorlanıyorduk. Bunun üzerine “Kızılçarşak”ın sol yamacındaki kayaların üstüne geçerek buradan tırmanmaya devam ettik. Burası da beklediğimizden çok daha zor bir araziydi. Kayalar dik, yüzeyleri kaygan, kar ve yer yer buzla kaplıydı. İp birliğine girmenin hiç bir anlamı yoktu. Birimiz düşsek diğerini de sürüklerdik. Emniyet istasyonu kurmak mümkün olmadığı gibi, olsaydı da, emniyetle ilerlemek saatlerimizi değil günlerimizi alırdı. Bu koşullar altında, kramponla hayatımın en uzun serbest kaya çıkışını yaptım. Akşamüstü olduğunda, hala sırta ulaşamamıştık. Artık çıkışı tek etapta başaramayacağımız kesinleşmişti. Ancak bu ihtimali dikkate alarak uyku tulumlarımızı ve bivak torbamızı ihtiyaten yanımıza almıştık. Üçüncü gece bivağımızı açtık. Hava soğumaya, güneyde siyah bulutlar belirmeye başlamıştı. Ayakkabılarımız ve çoraplarımız sırılsıklam olmuş, ayaklarımız donuyordu. Ocağımız artık çalışmıyordu. O akşam donmuş ve pişmemiş sosisleri kraker gibi ısırarak yedik. Bivak kurduğumuz yer, bu kayalık sırtın üstünde aşağıya doğru eğimli ufak bir kar setiydi. Yatma imkanı yoktu. Sırtımızı kayaya dayayıp bacaklarımızı uzattık. Bu kere de bütün gece aşağıya kaymamak için kendimizi sürekli yukarıya doğrultmaktan uyku uyuyamadık. Bir de üstüne üstlük, o gün, sağ tarafta karaciğerimin üstünde, bir kaç ay önce geçirdiğim sarılıktan kaynaklandığını düşündüğüm yoğun bir ağrı baş göstermişti.
10 Şubat sabahı çok bitkin kalktım ve kendimi zor doğrulttum. Donmuş ayakkabılarımızın içine ıslak çoraplarımızla ayaklarımızı zor soktuk ve kazık gibi kemikleşmiş bağcıklarını güçlükle bağladık. Hava kapanmış, rüzgarla birlikte kar yağışı başlamıştı. Bulutun içindeydik, bu yüzden hiç bir şey göremiyorduk. Kayanın üzerinden emniyet alarak ip birliğinde devam etmeyi kararlaştırdık. Fakat kısa bir müddet sonra kaya öylesine dikleşti ve yağan karın etkisiyle kaygan olmaya başladı ki, böyle devam etmek intihar olacaktı. Diğer yandan, bu aşamada “Kızılçarşak”ın kayalık sol yamaçlarında çok yükselmiştik. Aşağıya tekrar kulvarın tabanına inmek çok ciddi bir işe dönüşmüştü. İki buçuk saatlik bir uğraşla ve ecel terleri dökerek tabana inmeyi başardık. Artık sırt çantalarımızla devam etmenin bir anlamı olmayacağını, yukarıda bir gece daha bivaklayabilecek gücümüzün kalmadığını biliyorduk. Çantalarımızı burada bıraktık ve büyük bir risk alarak “Kızılçarşak”ı yukarıya doğru yan keserek sırta ulaştık. Sırtta görüş mesafesi rüzgara göre 10 ila 30 metre arasında değişiyordu. Kızılkaya’nın setlerden oluşan külahını ve buranın durumunu göremiyorduk. Külahın altından dönmeye karar verdik. İlk önce kayarak inmeyi denedik, fakat sırt nahiyesinde ufak bir ıslak kar çığını tetikledikten sonra vazgeçtik ve mümkün olduğunca bu kere inişe sağımızdaki, bir gün önce tırmandığımız kayaların altından alçalarak ve yolda bıraktığımız sırt çantalarımızı alarak devam ettik. Saat 16.30’da kelerin altındaki bivak yerimize vardık. Buradaki malzemeleri toplayıp daha rahat bir gece geçirmek için 250 m. yukarıdaki kelere çıkacak gücümüz dahi kalmamıştı. Islanan uyku tulumlarımızla burada çok rahatsız bir gece daha geçirdik.
11 Şubat sabahı hava yeniden açmıştı. Recep çıkışı tekrar denemek istiyordu. Recep’e havluyu attığımı söyledim. Bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra benim köye dönüp kendisini orada beklemem ve iki gün içerisinde dönmediği takdirde alarmı vermem üzerinde anlaştık. Ben dönüş hazırlıklarına başlarken Recep saat 08.30’da hafif bir sırt çantasıyla yeniden tırmanışa geçti.
Recep’in bu hikayesini şimdi yazdığı çıkış raporundan birlikte dinleyelim:
“11 Şubat sabahı yanımda tulum, bivak, yedek kazak, krampon, bir matara su ve biraz peynir ile kamp yerinden ayrıldım. Bivak, tulum ve kazağı biraz yukarıdaki kelere bırakarak vakit kaybetmeden tırmanışa devam ettim. Bir süre sonra karın tehlikeli bir hal alması karşısında sol taraftaki kayalara girdim. Bir süre sonra sol sırta yükseldim. Buradan bir gün önceki çıkış izlerine geçmeyi düşünüyordum. Fakat yukarıda kendimi bir çığ bölgesinde bularak dikine oldukça fazla yükselmem gerekti. Tehlikeli bölgeden sonra çok kısa bir mola verip, aşağıya çıkış izlerine indim. Bir gün önceki yoldan tepeyi aşıp bele ulaştım. Bu son bölümü sis, orta şiddette rüzgar ve hafif kar yağışı altında geçtim. Tırmanış rotamı seçmek için 20 dakika kadar bekledim. Durumu görüp değerlendirerek sol sırttan tırmanmaya başladım. Bir süre yükseldikten sonra ikinci alternatif olarak düşündüğüm rotaya geçmem gerektiğini anladım (Dik kayalar arasındaki ufak parça karlar oldukça tehlikeliydi). Bu rotaya geçmek için 50 metre kadar inip traverse başladım. Kısa bir sıra sonra eğimi daha düşük kayalık bir sırta girdim. Biraz yukarıda sırf sert kar olarak devam etti ve sonra tekrar karla karışık kaya halini aldı. Bu sırt beni direkt olarak doruğun 20 metre solundaki ‘V’ şeklindeki gediğe ulaştırdı. Amacım bu gediğe ulaşmaktı. Fakat gediğe gelince 10 metrelik karla kaplı bu dik bölümü emniyetsiz geçemeyeceğimi anladım. Sağa travers de aynı oranda olanaksızdı. Sırtın sağındaki yolaktan inişe geçtim. Bir setin üstünden yan geçişle tırmanışa başladığım bele ulaştım. Çarşağı inmeye başladığımda hava karardı. İniş izlerinden çok itina ile yararlanmama rağmen, iki kez çöken kar ayağımı sıkıştırdı. Kelere ulaşmayı başardım. Ertesi sabah aşağıda kalan eşyayı da alıp tek etapta köye indim.”
25 Aralık 1983 tarihinde, Recep olmaksızın, Kızılkaya’nın bu rotadan ilk kış çıkışını başardığımda, geriye dönüp bakınca Recep’in o gün zirveye varamamasına üzülmüştüm, zira ‘V’den bir yan geçişle zirveye giden kolay bir kulvarın içine ulaşmanın ve buradan çok kolay bir tırmanışla zirveye varmanın mümkün olduğunu gördüm. Ancak tabi koşullar kıştan kışa değişebildiği gibi, Recep’in orada tek başına akşamüstü geç bir saatte, kar, sis ve rüzgarın içinde verdiği kararın isabetli olduğuna kuşkum yok.
ARALIK 1982
Tırmanışlarla ve acı tatlı hatıralarla dolu, yoğun geçen 1982 senesinin son faaliyetini yine Recep’le birlikte 25-31 Aralık tarihlerinde Kızılkaya’ya yaptık. Kızılkaya kış çıkışı artık bir saplantı halini almıştı. Öyle ki, buraya yaz aylarında hiç gitmeye dahi teşebbüs etmedik. Kızılkaya’yı kışın çıkacaktık. O dönemde, henüz üniversitede okurken, kış faaliyetlerimizdeki en büyük düşmanımız zamanı serbestçe seçememekti. Kışın dağlara ya bir bayrama denk geldiğinde, veyahut benim üniversitedeki ders ve imtihan programımın elverdiği ölçüde gidebiliyorduk. Ayrıca dağların mikrokliması ile ilgili hava raporu temin etme imkanımız da yoktu. Temin edebildiğimiz raporlar, genel Orta Anadolu veya Akdeniz bölgesi hava raporları oluyordu. Bunlar ise Aladağlar’da karşılaşacağımız hava koşullarıyla ilgili hiç bir güvenilir bilgi sağlamıyordu. Orta Anadolu ile Akdeniz arasında kuzeybatı-güneydoğu ekseninde uzanan Aladağlar silsilesine kötü hava hem güneyden Akdeniz üzerinden, hem de kuzeyden Orta Anadolu üzerinden gelebiliyordu. Hatta bazen rüzgarın değişmesiyle birkaç saat içerisinde hava tamamen karakter değiştirebiliyordu. 1982 Aralık ayı sonunda yola çıktığımızda hava raporu bölge için inişli çıkışlı bir basınç, orta şiddette rüzgar ve yağış öngörüyordu. Koşullar ideal görünmüyordu.
26 Aralık günü Emli vadisine girdiğimizde zeminde nispeten az toz kar vardı. Hava kapalıydı ve vadi içerisinden yükselirken yağmur yağmaya başladı. Çadırımızı Emli vadisinin tabanında Kızılkaya’nın güney çarşağının hemen altında kurduk.
27 Aralık sabahı uyandığımızda havanın açık olduğunu görüp, buradan doğrudan zirveyi amaçlayarak yola çıktık. Kar koşulları çok kötüydü ve öğleden sonra hava yeniden kapadı, kar yağışı başladı. Altimetremiz 3400 metreyi gösteriyordu. Sırtı dahi göremiyorduk. Dönüş kararı aldık.
28 Aralık günü dinlendik ve giysilerimizi kurutmaya çalıştık. Hava kapalıydı ve aralıklarla kar yağdı.
29 Aralık bütün gün yoğun kar yağışıyla geçti, ancak gece bulutlar yükseldi ve ay çıktı. Bu kere çıkışı o gece denemeye karar vererek apar topar yola çıktık ve sabaha karşı sırta yakın bir nahiyede, dinlenmek maksadıyla kısa bir bivak attıktan sonra devam ederek 30 Aralık sabahı, erken saatlerde sırta ulaştık. Külahın manzarası çok ürkütücüydü. Kaya setleri ve üzerindeki çarşak ince bir kar tabakasıyla sıvanmış vaziyetteydi. Yeni yağan kar zemine oturmamıştı. Emniyet alabilme imkanımız yoktu. Kaya setlerinin üzerinden iki ip boyu riskli bir tırmanıştan sonra vazgeçtik. Zirvenin solundaki “V”ye çıkan kulvarın içine doğru bir travers attık, ancak burada da zemin oturmuş değildi ve tırmanabileceğimiz sağlam kar örtüsü yoktu. Islak kar, altındaki çarşakla kaplı dik kayanın üzerinden, dağ ayakkabılarımızın altından kayıyordu. Ne ara emniyet noktası, ne de istasyon kurma olanağı vardı. Geri dönme kararını güçlükle verdik. Bu sefer o denli yaklaşmıştık ki! Kızılkaya üçüncü kez beni geri püskürtüyordu. Erciyes’te yaşadığımız kazadan sonra Kızılkaya yenilgisiyle birlikte, 1982 yılını ağır bir negatif bilançoyla kapatıyordum.
ARALIK 1983
Bu son Kızılkaya kış denememize, dostum Recep Çatak, işlerinden ötürü maalesef katılamadı. Kızılkaya kış denemelerinde, birlikte onca badire atlattıktan sonra, bu dostumun bizimle birlikte olmasını çok isterdim. Bu kere ekipte Bünyad Dinç, Ümit Genç, Seyhan Çamlıgüney ve Fehmi Hasanoğlu vardı. Bu çıkışımızı keza hafif, Alpin stilde yapmaya karar vermiştik. Yanımıza çadır almadık ve evde hazırlanmış, pişirme ve ısıtma gerektirmeyen börek ve kuru köfte tarzında hazır yiyecek götürdük. Giyeceklerimiz ise tek değişimlikti. Bu sayede tırmanış çantalarımızı 16 kiloya düşürmeyi başardık.
Amacımız ilk gün “Kızılçarşak”taki avcı kelerine ulaşmak, geceyi burada geçirdikten sonra doğrudan zirveye gitmekti. Son çare olarak uyku tulumlarımızı ve bivağımızı yanımıza alıp bir gece batı sırtında bivaklamayı da göze almıştık.
24 Aralık sabahı Çukurbağ köyünden hareket ettiğimizde hava açıktı ve sert, soğuk bir rüzgar vardı. Yükseklerde tel tel ‘cirrus’ bulutları uçuşuyordu. Emli vadisine vardığımızda önceleri bilek boyu olan kar, Akşam Pınarı’na doğru ilerledikçe artmış, nihayet diz boyuna ulaşmıştı. Buna rağmen 5 kişi olmanın verdiği avantajla, iz açarak, köyden yola çıktıktan 7 saat sonra, akşamüstü saat 16.30 sularında kelere ulaştık. Kelerin ağzı açıktı ve burayı rahat bulduk. Kelere çıkarken, ‘Kızılçarşak’tan aşağıya muazzam bir yumuşak kar çığının düşmüş olduğunu gördük. Kulvarın içerisindeki kar hallaç pamuğu gibi atılmış, akıntı izinin sağ ve sol kenarlarında adeta donmuş dikey dalgalar gibi kar kılçıkları oluşmuştu. Sonradan bu çığı anlattığımız Mehmet Ağa, 60 senedir Emli vadisine gidip geldiğini, bu zaman içerisinde ‘Kızılçarşak’ta böylesi bir çığ görmediğini ifade etti bize.
25 Aralık sabahı nispeten geç bir saatte hareket ettiğimizde hava parçalı bulutlu, hafif rüzgarlıydı. Düşmüş olan çığın oturmuş sert izinden yararlanarak, “Kızılçarşak”ın ikiye ayrıldığı noktaya kadar hızlı bir şekilde yükseldik. Burada çığın kopma noktasına da ulaşmıştık. Çığ tehlikesini de dikkate alarak, “Kızılçarşak”ın içerisinden ilerlemektense, karşımızda duran ve çarşağı ikiye ayıran tepeciğin doğrudan üzerinden tırmanmaya karar verdik. Burada, yaklaşık 3.5 saatlik kar, kaya, buz, karışık tırmandıktan sonra, öğlen saatlerinde sırta vardık. Güneyden gelen bulutlar, külahı yalıyor, yer yer kapatıyordu. Bu sefer külah üzerindeki kar durumu çok iyiydi. Oturmuş, kalın bir kar tabakası vardı. Setlerin araları neredeyse tamamen kapanmış, zirve yolu adeta bir kar kulvarına dönüşmüştü. Zirveye yükselen bir kar kılçığı üzerinden doğrudan tırmanmak suretiyle 45 dakika gibi çok kısa bir sürede Kızılkaya’nın doruğuna ulaştık. Zirvenin üzerinde yavaş, tembel daireler atan sis, kah bizi içerisine alıyor, sarmalıyor, kah yerini güneşe terkediyordu. Burada bir saat kaldıktan sonra, tırmanış izlerimizi takip ederek akşam üstü kelere ulaştık. Kızılkaya’nın bu güney rotasının ilk kış çıkışını başarmış olmanın haklı keyfini kelerde geç saatlere kadar çay kaynatarak kutladık.
ÖMER BURHAN TÜZEL